Dünyada şimdilerde 8 milyardan fazla insan yaşıyormuş. Peki, bir insanda kaç dünya vardır dersiniz? Kaç dünyayı barındırma kapasitesi vardır tek bir bedenin, yüreğin ya da zihnin? Hep aynı dünya mıdır içinde yaşadığımız, hissettiğimiz ve düşündüğümüz? Her bir parçamız aynı evrende, tek bir dünyayı mı yaşar yoksa her birinin zaman zaman ayrı dünyalara kaçtığı da olur mu? Hani şöyle zincirler kopuverir bir anda; dünyalar karışır; iklim Karadeniz olur ya! Sular dalgalanır; hava fırtınaya döner; ayağımızın altıdaki kum kayıp giderken, girdaplarda oksijensiz kalışlar; alabora oluşlar; tutunacak dal bulamamalar; depresyonlar; derinlerde kayboluşlar falan.
Çoğumuz için beden, yürek ve zihnin bölünmez bütünlüğü, önemli bir güvenlik kriteridir. Kaçışlara meydan vermeden, verili sınırlar içerisinde davranmak; “aynı dünyada ve tek bir dünyayı yaşamak” sağlıklı bir hayatın önkoşuludur. Zaman zaman başka dünyaların kapısı açılsa bile, kaçmaya her yeltendiğimizde, “gitme” komutuyla geri dönerek riskleri bertaraf ederiz. Kaybolmadan, düşmeden, parçalanmadan ayakta kalmanın en garantili yolu budur. Emniyet kemeri bağlı yaşamanın bizi tehlikelerden uzak tuttuğunu bilir; kurallara riayet ederiz.
Buna karşın kimimiz de severiz, bize aynı bedende ayrı dünyaları yaşatan kar, bora, fırtına havalarını. “Kaçaklık” halinin ne idüğü belirsiz, karanlık sularına sırt üstü kendimizi koyuvermeyi tercih ederiz. Her bir parçamızı ayrı bir dünyaya bırakıp, yaralı bereli, şizofrenik bir ömüre fit oluruz.
Kaçaklar açısından kimi zaman bedeninden, kimi zaman yüreğinden, kimi zamansa aklından firar edebilmek Himalayalardan aşağıya son sürat kayak yapmaya benzer. Zaman ve mekana, fiziksel ve toplumsal zincirlere, kalıplara, alışkanlıklara karşı bir nevi direniştir firarilerinkisi. Kaçarlar ve bazen bir şiir, bazen bir şarkı, bazen bir resimle, bazen bir fikirle geri dönerler. Eser ya da ürün dediğimiz şey de çoklu dünyalardan toplanmış bir meyve sepetidir bir anlamda. Ne kadar çok dünya ziyaret edilmişse, sepetin o kadar güzel kokacağını söyleyebiliriz.
Bana gelince, ben genellikle emniyet kemerini sevenlerdenim. Garanticiyimdir. Öyle her bir parçamın başka tarafa seyretmesine izin vermem. Üstelik ilk elden söyleyeyim; yazdığım şiirler de kanımca maydanoz tadında. Meyve sepetine koyulacak bir şey yakalayamadım yaklaşık 50 yıldır. Lakin oldukça ilginç bir yeteneğim var. Başka dünyaları gözleyebilen ve kaçakları tespit edebilen bir radar sistemine sahibim. İnsanlara baktığım zaman bazen ellerinin bir hareketinden, bazen bakışlarından, bazen dillendirdikleri bir iki kısa cümleden onların dünyalarını bir kitap gibi okuyabildiğime inanıyorum. Bu benim çocukluktan kalma bir alışkanlığım ve yıllar içerisinde hayli geniş bir insan hikayeleri kütüphanem oldu.
Bu manada bir kitap kurdu olarak size şunu söyleyebilirim ki, bunca yılda çok az sayıda kimseyi ciltler dolusu okuma heyecanına kapıldım. Hala bitiremediklerim de var. Bu tipler her an yeni bir sürprizle karşınıza çıkıp, farklı bir hikayenin kahramanı olabiliyorlar. O insanları öğrenmekle bitiremiyorsunuz; her sayfalarında başka bir renk, başka bir derinlik, başka bir his var. Tam şimdi yakaladım dediğinizde başka bir dünyanın kaçağı haline geliveriyorlar. Bedenini yakalasanız yüreği; yüreğini yakalasanız, aklı; aklını yakalasanız ruhu kaçıveriyor ellerinizden. Onlar bir türlü bitiremediğim ama elimden de bırakamadığım kitapları temsil ediyorlar. Bazen ilk sayfasına geri dönüp herşeyi baştan okumanıza yol açabilecek kadar değişken ruhlara sahip olabiliyorlar.
Ben kalabalıklar içerisinde bir kaçağı fark etmeyi ve onu izlemeyi seviyorum. Etrafımızda henüz keşfedemediğimiz, ama içimizde okuma arzusu uyandıran insanların varlığını bilmek bile kanımca heyecan verici. Aramayı hiç bırakmıyorum böylece. Onları bulduğumda da çok özel bir an diye düşünüyorum. Zira insanların geneli, özünde ilk bir kaç sayfadan ibaret. Hatta daha kapağı bile açmadan, içinde ne olduğunu görebildikleriniz var. Kitabın sonunu ilk andan okumuş gibi oluyorsunuz ve sürprizsiz, bildik bir izlemeye dönüşüyor sonraki birlikteliğiniz. Böyle ilişkiler huzurlu ve garantili oluyor aslında. Bir iş ilişkisinde, arkadaşlıkta, akrabalık ya da sevgililikte de aynı kurallar geçerli. Tanıdığımız, bildiğimiz bir hikaye, bir akış bizi emniyetli bir sürecin içinde tutuyor. Arkamızdan Himalayalardan aşağıya itecek birilerinin olmadığını biliyoruz. Huzur böyle bir duygu.
Diğeri ise sürekli bir heyecan, merak ve bitimsizlik hali. En uzun, derin okuduğumuz ama bir türlü tam olarak mevzuyu öğrenemeyip başa döndüğümüz, sonunu bir türlü tanımlayamadığınız bir kitapta takılmak gibi. Her sayfada yeni bir dünya çıkıveriyor karşımıza. Tam hikayenin sonuna karar verdim derken bir fake atıp elimizden sıyrılıyor müzmin kaçağınız. Hep aynı soruyu bırakıyor kafamızda “ben acaba buraya kadar okuduğumu yanlış mı yorumladım?” Tabi bu gelgitler, “acaba yanlış mı anladım” türünden sorgulamalar sadece kaçağımızdan değil, okuyucu olarak bizdeki ruhsal ve zihinsel dönüşümden de kaynaklanabiliyor. Okuduğumuz her yeni kitapta yeni bir okuyucuya dönüşüyoruz. Hayatımıza giren ve okumaya değer her kaçakla biz de başka bir okuyucuya dönüşüyoruz. Başka bir insanı, başka bir hayatı, başka bir dünyayı okumak anlamına geliyor gayretimiz. Ve o satırda diyor ki yüreğimiz: “bir insan okudum ve bütün hayatım değişti”(!)
Şimdilerde profesör olan çok sevdiğim eski bir öğrencim, Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını çevirirken yaklaşık 10 yılını harcamıştı. Oysa durmadan kitabın en geç bir kaç aya kadar biteceğinden söz ederdi. Nihayet yıllar sonra kitabı tamamladığında, her yıl kitabı başka bir gözle okuduğunu ve sözlere yeniden anlam yüklemek zorunda kaldığını söylemişti. Sürekli değişiyor, Heiddegger’i her geçen yıl başka türlü anlıyordu. Onu gerçekten ve kendince nihai olarak anlamlandırdığı zamansa babasını kaybettiği yıl olmuştu. Ölüme ilk kez bu kadar yakından dokunmuş, varlık ve yokluğu ilk kez dışarıdan değil, ta içinden hissetmişti. Nitekim çeviri bittiğinde görece çok iyi bir kitap olmuştu. Oysa ben kendi kendime Heidegger’i en iyi yorumlayacak kişinin ancak bir ölü olabileceğine karar vermiştim. İnsan ancak öldüğünde varlığı gerçekten anlamlandırabilirdi. Ölümü yakından izlemek bu kadar mana değişikliğine yol açıyorsa, ancak onunla bütünleşmek gerçeğe hürmetkar bir tercümeyi sağlayabilirdi. Mecburen şimdilik elimizdekilerle yetinmek durumundayız.
İnsanları okumak da, tıpkı Heidegger’i yorumlamak gibi belli bir zamana, bir olgunlaşma sürecine ihtiyaç duyuyor. Siz büyürken, okuduğunuzu anlama kapasiteniz, anlamlandırma metodolojiniz de değişiyor. Sadece kaçakları değil, farklı insan tiplerini de tanımlayabiliyorsunuz. İyi ve kötü diye ayrıştırmayalım hemen ama, mesela “hayatın merkezine kendisini koyanlarla, çevrede yaşamayı tercih edenler” diye bir başlık açabiliriz. Ya da ihtiraslılar, serdengeçtiler; çıkarcılar, yardımseverler; öfkeliler, sakinleştiriciler; içten pazarlıklılar, sereserpe yaşayanlar gibi kategoriler oluşturmanız mümkün. Bunları, ne kadar örtmeye çalışsalar da, görmeyi başarmak için dikkatli bir okuyucu olmak yeterli. Tabi şartlara uygun, gelişmiş bir okuduğunu yorumlama metodunuz da olmalı. Yıllar bu deneyimi sunuyor insana.
Mesela ben çocukluğumda kullandığım “nasıl gülüyor” parametresini epeydir kullanmıyorum. Eskiden sanırım Türk filmlerindeki kötü karakter tiplemelerinden edindiğim intiba ile sinsi gülüşler, doğal ve içten olanlar, kötücülller, kontrollüler vs. gibi ayrımlar yapıyordum. Şimdilere ise “kriz dönemlerinde nasıl davranıyor” başlığı üzerinden müthiş okumalar yapabiliyorum. Bu işin iyi tarafı şu: kriz döneminde çevremi izlemekten kendimi krize yabancılaştırıp, ilginç bir soğukkanlılık ve objektivite geliştirmiş durumdayım. Hiç bir kriz, bana dair olsa bile, artık beni kapsamıyor. Bir eleştirmen olarak sinema salonunun koltuklarına oturuyor, aktörlerin performanslarını değerlendiriyorum. Elimde patlamış mısırlarım…
Kriz ortamları bazen çok sert, bazen de hafif sarsıntılarla yaşansa da, insanların davranış kalıplarında özünde fazla bir değişiklik olmuyor. Böylesi ortamlarda fırsatçı ve kötücül tipler acayip bir performans sergileyebiliyorlar. Kriz patladığında deniz dalgalanıyor ve birileri eldeki tek can simidine doğru hamle yapıyorlar. Sonrası ise tam bir aksiyon filmi. Kimisi o can simidini ele geçirebilmek için çevredeki herkesi elleriyle boğuyor; kimisi simidi alıp kaçmaya çalışıyor; kimisi o can simidini sırf diğerlerinin eline geçmesin diye patlatıp, boğulmayı bile göze alabiliyor. Kuşkusuz bu tiplerin yanında “haydi hep birlikte can simidine tutunalım, ölümü de yaşamı da paylaşalım” diye düşünenler de var. Hatta bir o kadar “başka can simidi var mı” diye aramaya çıkanları, hiç bir çaba göstermeden direk duaya başlayanları da bulmak mümkün. Çok değişik dünyalar savaşıyor kriz ortamlarında ve bu çok ilginç bir seyir vallahi; herkese tavsiye ederim.
Kriz ve panik anları kitapların tüm kapaklarının ardına kadar açık olduğu, bütün sayfaların en net biçimde ortaya döküldüğü zamanlar aslında. O tek can simidini en dalgalı denizde bile, hiç tanımasa da kendisinden daha muhtaç durumda olan birilerine uzatanlar da var, bilmenizi isterim. Tıpkı en fırtınalı ortamda bile göğsünü yıkıcı dalgalara siper edip, “senden korkan senin gibi olsun” diyen cesur yürekler gibi. Sayıca oldukça azlar ama varlar, tıpkı can simidini ele geçirebilmek için en zor durumdaki insanları elleriyle suyun altına bastıranlar olduğu gibi. Onları da çevrenizde görebilirsiniz ama şükür ki sayıca azlar.
Kitap kurtları için kötülerin de en az iyiler kadar garip bir okuma isteği uyandırdığını söyleyeyim. Şahsen bunlar “nasıl böyle olabiliyorlar”, “rasyonelleri , motivasyoları nedir” soruları gerçekten merakımı fazlasıyla çekiyor. Sadece hayatta kalma dürtüsünün diğerlerine göre yüksekliği mi bu insanları böyle yapan, yoksa aynı dürtüden farklı bir sonuç çıkartmayı mı başarıyorlar henüz çözemedim. Lakin diğerlerinden farklı bir dünyayı yaşadıklarından eminim. Dünyalar farklı olunca normlar ve değerler de farklılaşıyor doğal olarak. Onlar “civitas diabolic” dünyasının vatandaşları. İlgiyle okuyorum onları da, ve en çok onlara acıyorum nedense. Sahip oldukları tek şey o can simidi sanki! Hep aynı dünyaya kaçıyorlar. Tekdüze ve zargana sığlığında yaşıyorlar koca okyanusta. Bir görseniz nasıl zavallılar, siz de üzülün…
Neyse çok da uzatmayalım lafı. Bir insanda kaç dünya var diye başladık yine oraya gelelim. Çok dünya var çoook! Bir an önce uykuya yatın ve yeni dünyalar görmeyi deneyin; ya da belki de şöyle demeliyiz: “uykudan uyanın ve yeni dünyalar keşfedin”.
Ben mi? Bir gün sabah uyandığımda kendimi mavi kanatlı bir kuş olarak bulmuştum, Gregor Samsa’’ya inat. Kanatlarımı açtığımda fark etmiştim mavi olduğumu. O an gökyüzünden yeryüzüne, insanlığa doğru baktım ve gördüm. Ben de oradaydım. Çok küçük, basit ve kırılgandı tüm evren. Oysa herkes kendisine cüceler ülkesinde bir Guliver rolü biçmişti. Ben de yeryüzüne dönünce cüceler dünyasının bir ferdi olmaya karar verdim.
Size maydanoz tadında bir şiirle veda ediyorum.
Birgün,
mavi kanatlı bir kuşmuşum aslında ben,
gezmişim sarp vadileri
uzak diyarları, denizleri
sıradan insanlarmış en büyük keşfim.
akıllısı, delisi
mutlusu, kederlisi
sır kapılar açmışım
kördüğümler çözmüşüm
rüya kasalarına dadanmış bir hırsızmışım
uykugezen
asırlarca toplamışım rüyaları insan insan
gölgesiyle savaşanlar mı istersiniz,
yoksa özüne tapanlar mı?
bitimsiz aşk arayanlar mı dersiniz,
yoksa nefret saçanlar mı?
Rüyalarmış belki bu dünyanın anlamı
Belki de insanmış her rüyanın aynası
velhasılı kelam
cümlealem uykudayken
ben tüm kasaları açıp
bütün rüyaları çaldım ya zaten,
mavi kanatlarımı açıp uzaklaşırken bu evrenden
hepsine küçücük bir gülücük bıraktım rüyaların yerine
herşeyin
yalnızca bir şakadan ibaret olduğunu
anlasınlar diye.
Deniz Ülke Arıboğan – Kasım 2014